Gerçek Aşk
Ey dostlar! Bu hikayeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir
   Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem din saltanatına
    malikti. Padişah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmiş, giderken ana
    caddede bir halayık gördü. O halayığın kölesi oldu. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı.
    Mal verdi o halayığı satın aldı.Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık
    hastalandı.
   Birisinin eşeği varmış, fakat palanı yokmuş. Palanı ele geçirmiş, bu sefer eşeği
    kurt kapmış. Birisinin ibriği varmış, fakat suyu elde edememiş. Suyu bulunca da ibrik
    kırılmış!
   Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin elinizdedir.
    Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım, dermanım
    o .Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı ( atiye ve
    ihsanımı) o aldı (demektir)”.
   Hepsi birden dediler ki: “Canımız feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi
    edelim. Bizim her birimiz bir alem Mesih’idir, elimizde her hastalığa bir ilaç vardır.”
   Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların
    acizliğini gösterdi.”İnşaallah” sözünü terk ettiklerini söylemeden maksadım, insanların
    yürek katılığını ve mağrurluğunu söylemektir. Yoksa arızi bir halet olan inşaallah’ı
    söylemeyi unuttuklarını anlatmak değildir. Hey gidi nice inşaallahı diliyle söylemeyen
    vardır ki canı “inşaallah” la eş olmuştur.
  İlaç ve tedavi nevinden her ne yapıldı ise hastalık arttı maksat da hasıl olmadı.O
    halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı göz yaşı ırmağa döndü.
    Kazara sirkengübin safrayı arttırdı. Badem yağı da kuruluk tesirini göstermeye başladı.
    Karahelileyle kabız oldu, ferahlığı gitti; su, neft gibi ateşe yardım etti.
   Padişah, hekimlerin aciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu.Mescide
    gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri göz yaşından sırsıklam oldu.Yokluk istiğrakından
    kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:
  “En az bahşişi dünya mülkü olan Allahm! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri
    bilirsin.Ey daima dileğimize penah olan Allah! Biz bu sefer de yolu yanıldık.Ama
    sen “Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök”
    dedin.
   Padişah, ta can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı.Ağlama esnasında
    uykuya daldı.
Rüyasında bir pir göründü. Dedi ki: “Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın
    bir yabancı gelirse o, bizdendir.O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin
    ve gerçek erenlerdendir.İlacında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede
    et.”
   Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca:Rüyada
    kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu.Bir de gördü ki, faziletli,
    fevkalade hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş;Uzaktan hilal gibi
    erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.
   Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör!Onların
    başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden
    ötürüdür.Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Allah bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.
   Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pirin çehresinde görünüp duruyordu.Padişah
    bizzat abeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı.Her ikisi
    de aşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine
    dikilmiş, bağlanmışlardı.
   Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.Ey
    aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime
    gayret kemerini bağladım” dedi.
   Allah’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Allah’nın lütfundan
    mahrumdur.Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe
    vermiş olur.
   Alışverişsiz, dedikodusuz Allah sofrası gökten iniyordu.Musa kavmi içinde birkaç
    kimse terbiyesizce “hanı sarımsak, mercimek” dediler.Ondan sonra gökyüzünün sofrası,
    ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, orak sallama kaldı.Sonra İsa şefaat edince Hak,
    yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi.Yine küstahlar edebi terk ederek
    sofradan yemek artığını aşırdılar.
   İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz.Bir ulu kişinin sofrası
    başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür” dedi.O rahmet kapısı, hırslarından
    dolayı bu görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı.Zekat verilmeyince yağmur bulutu
    gelmez zinadan dolayı da etrafa veba yayılır.İçine kasavetten, gussadan ne gelirse
    korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir.
   Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur.Edepten
    dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı melekler masum ve tertemiz
    olmuşlardır.Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azazil de yine
    küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.
   Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti.Elini,
    alnını öpmeğe, oturdu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.Sora sora odanın başköşesine
    kadar çekti ve dedi ki: “Nihayet sabırla bir define buldum.
   Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır” sözünün manası,
    Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz
    hallolur gider.Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın elini
    tutan sensin.
   Ey seçilmiş,ey Allah’dan razı olmuş ve Allah rızasını kazanmış kişi, merhaba!
    Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır.Sen, kavmin ulususun, sana müştak
    olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse...”O ağırlama, o hal
    hatır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü.
   Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.Hekim,
    hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının arazını
    ve sebeplerini de dinledi.
   Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler.
    Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.”
    Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi.
    Hastalığı safra ve sevdadan değildi.
   Her odunun kokusu dumanından meydana çıkar. İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır.
    Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur. Aşıklık gönül iniltisinden belli olur,
    hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir. 
   Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Allah sırlarının usturlabıdır.
    Aşıklık ister cihetten olsun, ister bu cihetten... akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.
    Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyliyeyim... asıl aşka gelince o sözlerden
    mahcup olurum. Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha
    aydındır. Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar,
    aciz kalır. Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı , aşıklığı
    yine aşk şerh etti.
   Güneşin vucuduna delil, yine güneştir. Sana delil lazım ise güneşten yüz çevirme.
    Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru
    bahşeyler. Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır
    (nuru görünmez olur). Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki
    olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez.
   Güneş gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür. Ama kendisinden
    esir olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarıda da benzer olamaz.
    Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!
   Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi. Onun
    adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.Can şu anda eteğimi çekiyor.
    Yusuf’un gömleğinden koku almış! “Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden
    tekrar bir hali söyle, anlat. Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz
    derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” (diyor). “Beni külfete sokma, çünkü ben
    şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı onu görmekten acizim. Ayık olmayan kişinin her
    söylediği söz... dilerse tefekküre düşsün, dilerse haddinden fazla zarafet satmaya
    kalkışsın... yaraşır söz değildir.
   Eşi bulunmayan o sevgilinin vasfına dair ne söyleyeyim ki bir damarım bile ayık
    değil! Bu ayrılığın, bu ciğer kanının şerhini şimdi geç, başka bir zamana kadar bunu
    bırak!”
   (Can) dedi ki: “Beni doyur, çünkü ben açım. Çabuk ol çünkü vakit keskin bir kılıçtır.
    Ey yoldaş, ey arkadaş! Sufi, vakit oğludur (bulunduğu vaktin iktizasına göre iş görür).
    “Yarın” demek yol şartlarından değildir. Sen yoksa sufi bir er değilmisin? Vara veresiyeden
    yokluk gelir”.
   Ona dedim ki: “Sevgilinin sırlarını gizli kapaklı geçmek daha hoştur. Sen, artık
    hikayelere kulak ver, işi onlardan anla! Dilbere ait sırların, başkalarına ait sözler
    içinde söylenmesi daha hoştur.” O, “Bunu apaçık söyle ki dini açık olarak anmak,
    gizli anmaktan iyidir. Perdeyi kaldır ve açıkça söyle ki ben, güzelle gömlekli olarak
    yatmam” dedi.
   Dedim ki: “O apaçık soyunur, çırılçıplak bir hale gelirse ne sen kalırsın,ne kucağın
    kalır, ne belin! İste ama derecesine göre iste; bir otun bir dağı çekmeye kudreti
    yoktur.
   Bu alemi aydınlatan güneş, bir parçacık yaklaştı mı, her şey yandı gitti! Fitneyi,
    kargaşalığı ve kan dökücülüğü araştırma, Şems-
   (Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır.Köşeden , bucaktan
    kimse kulak vermesinde ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.” 
   Oda boşaltıldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı. Hekim tatlılıkla
    yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilacı başka
    başkadır. O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısınız? Elini
    kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu. 
   Bir adamın ayağına diken batınca ayağını dizi üstüne kor. İğne ucu ile diken başını
    arar durur, bulamazsa orasını dudağı ile ıslatır. Ayağa batan dikeni bulmak bu derece
    müşkül olursa, yüreğe batan diken nicedir? Cevabını sen ver! Her çer çöp (mesabesinde
    olan,) gönül dikenini göreydi gamlar, kederler; herkese el uzatabilir miydi? 
   Bir kişi, eşeğin kuyruğu altına diken kor. Eşek onu oradan çıkarmasını bilmez,
    boyuna çifte atar. Zıplar, zıpladıkça da diken daha kuvvetli batar. Dikeni çıkarmak
    için akıllı bir adam lazım. Eşek, dikeni çıkarabilmek için can acısı ile çifte atar
    durur ve yüz yerini daha yaralar. O diken çıkaran hekim üstaddı .
   Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu. Halayıktan hikaye yolu ile
    dostların ahvalini sormakta idi. Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi
    durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.
   Hekim kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekte
    idi. Nabzı kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu). Memleketinde
    ki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı. “Memleketinden
    çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.
   Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi nabzının atması başkalaşmadı.Efendileri
    ve şehirleri birer birer saydı;o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları,
    tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi.Şehir şehir, ev ev saydı döktü,
    kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı.
    Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabii haldeydi
    fazla atmıyordu.Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o,
    Semerkad’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı.O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert
    ve belanın aslına erişince:“Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprü
    başında, Gatfer mahallesinde” dedi.
   Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım. Seni tedavi hususunda sihirler
    göstereceğim;Sevin, ilişik etme, emin ol ki yağmur çimenlere ne yaparsa ben de sana
    onu yapacağım;Ben, senin gamını çekmekteyim, sen gam yeme; ben sana yüz babadan daha
    şefkatliyim;Aman, sakın ha, bu sırrı kimseye söyleme; padişah senden bunu ne kadar
    sorup soruştursa yine sakla;Sırların gönülde gizli kalırsa o muradın çabucak hasıl
    olur;dedi. 
   Peygamber demiştir ki: “Her kim sırrını saklar ise çabucak muradına erişir.” Tohum
    toprak içinde gizlenince, onun gizlenmesi, bahçenin yeşillenmesi ile neticelenir.
    Altın ve gümüş gizli olmasalardı... madende nasıl musaffa olurlar, nasıl altın ve
    gümüş haline gelirlerdi? O hekimin vaadleri ve lütufları hastayı korkudan emin etti.
    Hakiki olan vaadleri gönül kabul eder, içten gelmeyen vaadler ise insanı ıstıraba
    sokar. Kerem ehlinin vaadleri akıp duran, eseri daima görünen hazinedir. Ehil olmayanların,
    kerem sahibi bulunmayanların vaadleri ise gönül azabıdır.
   Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti.; padişahı bu meseleden birazcık
    haberdar etti. Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim.
    Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.” Padişah, hekimden
    bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. O tarafa ehliyetli, kifayetli,
    adil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.
   O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’e kadar geldiler. Dediler
    ki: “Ey lütuf sahibi üstad, ey marifette kamil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır.
    İşte filan padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün,
    pek kamilsin. Şimdilik şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından
    ve nedimlerinden olursun.”
   Adam çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı.
    Adam neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti. Arap
    atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı. 
   Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden.
    Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail “Git evet, muradına erişirsin” demekte!
   O garip kişi yoldan gelince, hekim onu padişahın huzuruna götürdü; Güzellik mumunun
    başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti.
   Padişah onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti. Sonra hekim
    dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver ki visali ile iyileşsin, visalinin
    suyu o ateşi gidersin.”
   Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını birbirine çift
    etti. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti.
    Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısın da
    erimeye başladı. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun
    derdinden azat oldu, ondan vazgeçti. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca kızın gönlüde
    yavaş yavaş ondan soğudu.
   Ancak zahiri güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir ar olur.
    Keşke kuyumcu baştan başa ayıp ve ar olsaydı, tamamı ile çirkin bulunsaydı da başına
    bu kötü hal gelmeseydi! Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman
    kesildi.
   Tavus kuşunun kanadı, kendisine düşmandır. Nice padişahlar vardır ki kuvvet ve
    azametleri helaklerine sebep olmuştur.
   Kuyumcu,”Ben o ahuyum ki göbeğimin miskinden dolayı bu avcı, benim saf kanımı
    dökmüştür. Ah ben o sahra tilkisiyim ki postum için beni tuzağa düşürüp tuttular,
    başımı kestiler. Ah ben o filim ki dişimi elde etmek için filci benim kanımı döktü.
    Beni benden aşağı birisi için öldüren, kanımı döken; bilmiyor ki benim kanım uyumaz!
    Bu gün bana ise yarın onadır. Böyle benim gibi bir adamın kanı nasıl zayi olur?
   Duvar gerçi (günün ilk kısmında yere) uzun bir gölge düşürür; fakat o gölge, gölgeyi
    meydana getirene avdet eder. 
   Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir”
    dedi.Kuyumcu bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti.
   O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu. Çünkü ölülerin aşkı
    ebedi değildir, çükü ölü tekrar bize gelmez.
   Diri aşk ruhta ve gözdedir. Her anda goncadan daha taze olur durur. O dirinin
    aşkını seç ki bakidir ve canına can katan şaraptan sana sakilik eder.
   O ‘nun aşkını seç ki bütün peygamberler, onun aşkı ile kuvvet ve kudret buldular,
    iş güç sahibi oldular. Sen “Bize o padişahın huzuruna Varmaya izin yoktur” deme.
    Kerim olan kişilere hiçbir iş güç değildir.
   O adamın, hekimin eliyle öldürülmesi, ne ümit içindi ne korkudan dolayı. Allahnın
    emri ve ilhamı gelmedikçe hekim onu padişahın hatırı için öldürmedi.
   Hızır’ın o çocuğun boğazını kesmesindeki sırrı halkın avam kısmı anlayamaz.
  Allah tarafından vahiy ve cevaba nail olan kişi her ne buyurursa o buyruk, doğrunun
    ta kendisidir. Can bağışlayan kişi öldürse de caizdir. O, naibdir eli Allah elidir.
   İsmail gibi onun önüne baş koy. Kılıcının önünde sevinerek gülerek can ver. Ki
    Ahmed’in pak canı, Ahad’la ebediyse senin canında ebede kadar sevinçli ve gülümser
    bir halde kalsın. Aşıklar, ferah kadehini, güzellerin elleri ile öldürdükleri vakit
    içerler.
   Padişah o kanı şehvet uğruna dökmedi. Suizanda bulunma münakaşayı bırak. Sen onun
    hakkında kötü ve pis iş işledi deyip fena bir zanda bulundun. Su süzülüp durulunca,
    berrak bir hale gelince bu berraklıkta bulanıklık ve tortu kalır mı, süzülüş suda
    tortu bırakır mı?
   Bu riyazatlar, bu cefa çekmeler, ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.İyinin
    kötünün imtihanı, altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.
   Eğer işi Allah ilhamı olmasaydı o, yırtıcı bir köpek olurdu, padişah olmazdı.
    Şehvetten de tertemizdi, hırstan da, nefis isteğinden de. Güzel bir iş yaptı, fakat
    zahiren kötü görünüyordu.
   Hızır denizde gemiyi deldi ise de onun bu delişinde yüzlerce sağlamlık vardı.
    O kadar nur ve hünerle beraber Musa’nın vehmi, ondan mahçuptu; artık sen kanatsız
    uçmaya kalkışma. O, kırmızı güldür, sen ona kan deme. O, akıl sarhoşudur, sen ona
    deli adı takma. Onun muradı Müslüman kanı dökmek olsaydı kafirim, onun adını ağzıma
    alırsam! Arş kötü kişinin öğülmesinden titrer; suçlardan ve şüpheli şeylerden korunan
    kişi de kötü methedilince, metheden kişi hakkında fena bir zanna düşer.
   O padişahtı, hem de çok uyanık bir padişah. Has bir zattı, hem de Allah hası.
    Bir kişiyi böyle bir padişah öldürürse onu, iyi bir bahta eriştirir,en iyi bir makama
    çeker yüceltir.Eğer onu kahretmede yine onun için bir fayda görmeseydi; o mutlak
    lütuf nasıl olurda kahretmeyi isterdi? 
   Çocuk hacamatcının neşterinden titrer durur, esirgeyen ana ise onun gamından sevinçlidir.
    Yarı can alır, yüz can bağışlar. Senin vehmine gelmeyen o şey yok mu? Onu verir.
    Sen kendince aklından bir kıyas yapmaktasın ama çok, pek çok uzaklara düşmüşsün;
    iyice bak!
(Kelime: 2696) 

Yorumlar
Yorum Gönder