Salih’in devesi görünüşte deveydi, o zalim kavim, bilgisizlik yüzünden deveyi kestiler.
    Su için deveye düşman olduklarından kendileri, mezara su ve ekmek oldular. ( helak
    olup mezarı doyurdular).
Allah devesi, ırmaktan buluttan su içmekteydi. Onlar, Hakk’ın suyunu Hak’tan esirgediler
    Salih’in devesi, salih kişilerin cisimleri gibidir; onlar kötülerin helaki için tuzaktır.
    Neticede” Allah devesinden ve içeceğinden çekinin” hükmü, o ümmeti ne dertlere uğrattı,
    onları nasıl helak etti! Allah kahrının şahnesi, bir devenin kanına diyet olarak
    onlardan bütün bir şehri diledi.
Ruh, Salih gibidir,ten de deveye benzer. Ruh vuslattadır ten ihtiyaç içindedir. Temiz
    ruha zarar vermenin imkanı yoktur. Allah yaralanmaz. Böyle ruha sahip olanlara kimse
    galip gelemez. Zarar gelse bile sedefe gelir, inciye değil. Temiz ruha zarar vermenin
    imkanı yoktur. Allah’nın nuru, kafirlere mağlup olmaz. Can, toprağa mensup cisme,
    kötü kişiler, incitsinler de Allah imtihanını görsünler diye ulaştı, bu yüzden cisimle
    bağdaştı, birleşti.
Canı inciten kişinin, bu incitmenin Allah’yı incitme olduğundan haberi yoktur. Bilmiyor
    ki bu küpün suyu ırmak suyu ile birleşmiştir. Allah bütün aleme penah olsun diye
    bir cisme alaka bağlamıştır.
Onların gönüllerine kimse muzaffer olamaz. Sedefe zarar gelir, inciye gelmez. Allah
    velisinin cisim devesine kul ol ki Salih Peygamberle kapı yoldaşı olasın. 
Salih peygamber, “ Madem ki haset ettiniz, bu işi yaptınız,  üç gün sonra Allahdan
    azap erişecek. Ondan üç gün sonra da can alıcı Allahdan başka bir afet gelecek ki
    onun üç alameti vardır: Hepinizin yüzünüzün rengi değişir. Birbirinize bakınca yüzlerinizi
    türlü türlü renklerde görürsünüz. İlk günlerde yüzleriniz safran gibi sararır; ikinci
    günü erguvan gibi kızarır. Üçüncü günü yüzleriniz tamamı ile kararır, ondan sonra
    da Allahnın kahrı gelir, çatar. Eğer bu tehdide benden delil isterseniz devenin yavrusunu
    daha doğru kovalayın! 
Eğer tutabilirseniz derdinize çare bulunur. Tutamazsanız ümit kuşu uzaktan kaçtı,
    gitti!” dedi.
Bu sözü duyunca hepsi birden köpek gibi onun ardından seğirtmeğe başladılar. Kimse
    yavruya erişmedi; dağlar arasına dalıp kayboldu.
Temiz ruh gibi ten ayıbından, nimet ve ihsan sahibi Allah’ya kaçıp gitmekteydi.
Salih dedi ki: “Gördünüz mü Allahnın bu kazası nasıl geldi? Artık ümidin boynunu
    vurdu.” Devenin yavrusu nedir? Salih? Peygamberin gönlü. Onun hatırını ele alın,
    onun isteğini yerine getirin. Onun gönlünü alırsanız azaptan kurtuldunuz yoksa, pişman
    olduğunuzun, ümitsizliğe düştüğünüzün günüdür.
Salih’ten bu bulanık vadi duydukları gibi azaba göz dikip beklemeye başladılar. Birinci
    gün yüzlerinin sarardığını gördüler.Ümitsizlikle soğuk ,soğuk ah etmeye başladılar.
    İkinci günü hepsinin yüzü kızardı. Artık ümit ve tövbe nöbeti kayboldu. Üçüncü gün
    hepsinin yüzü kapkara kesildi. Salih Peygamberin hükmü: cenksiz, cidalsiz doğru çıktı.
    Hepsi de ümitsiz bir hale gelince kuşlar gibi ayaklarını altlarına alıp iki dizlerinin
    üstlerine çöktüler.
Cibril-
Salih’in kavmi, Allah kahrının zahmını beklediler: o kahır ve azap da gelip o şehri
    yok etti. Salih, halvetten çıkıp şehre doğru gitti; gördü ki şehir duman ve ateş
    içinde. Onların hak ile yeksan olmuş cüzülerinden bile feryat ve figanlarını duyuyordu;
    feryat duyulmaktaydı ama ortada feryat eden yok!  Kemiklerinden iniltiler, sızıntılar
    duydu; canları çiğ taneleri gibi yaş döküyor, ağlıyordu. Salih bunu duyup ağlamaya
    başladı: feryat edenlere feryat etmeye koyuldu:”Ey batıl yolda yaşayan kavim! Ben
    sizin çevrinizden Allahya şikayet etmiş ağlamıştım.
Allah, bana “Onların eziyetlerine sabret; onlara nasihat ver. Zaten devirlerinden
    çok bir zaman kalmadı” demişti. Ben cefaları eziyetleri yüzünden onlara nasihat edemiyorum.
    Nasihat sütü sevgiden, saflıktan coşup akar” demiştim. Bana o kadar eziyetler ettiniz
    ki nasihat sütü damarlarımda dondu. Allah, bana “Ben sana lütuf ve inayet eder, o
    yaralara merhem koyarım” buyurdu. Hak, gönlümü gök gibi saf bir hale getirdi. Gönlümden,
    sizin cefalarınızı sildi, süpürdü.
Yine size nasihatler vermeye, şeker gibi temsiller getirmeye , sözler söylemeye başladım.
    Şekerden taze süt çıkarıp balla şekeri sözlerime katmaya, size tatlı, tatlı öğütler
    vermeye koyuldum. O sözler, size zehir gibi tesir etti. Çünkü siz baştan aşağı zehir
    membaı, zehir madeniydiniz, zehirden ibarettiniz. Nasıl gamlanayım ki gam baş aşağı
    yuvarlanıp gitti. 
Ey inatçı kavim! Gam sizdiniz. Gamın ölümüne ağlayıp feryat eden olur mu? Baştaki
    yara iyileşince bu yüzden saçını sakalını yolan bulunur mu?” Salih, yüzünü kendine
    çevirip dedi ki: “Ey feryat eden, onlar feryat etmeye değmez!”
Ey Kuran’ı doğru okuyan! Eğri okuma. Zalim kavmin ardından nasıl yas tutayım? Fakat
    yine gözünden, gönlünden yaşlar akmaya başladı. Onda sebepsiz bir merhamet hasıl
    oldu. Gözyaşı damarları (yağmur gibi) yağmaktaydı, kendisi de şaşırmıştı. Bu katralar,
    cömertlik ve kerem denizinin sebepsiz akan katralarıydı.
O ağlarken aklı diyordu ki: “Bu ağlama neden? Seninle eğlenen o çeşit bir kavme ağlamak
    reva mı? Neye ağlıyorsun söyle. Yaptıkları işlere mi? O gidişleri kötü kin askerine
    mi? Onların paslı karanlık gönüllerine mi, yılan gibi zehirli dillerine mi? Onların
    Segsar’larınkine benzeyen nefes ve dişlerine mi? Akrep yatağı olan ağız ve gözlerine
    mi? İnatlarına mı, alaylarına mı, kınamalarına mı? Şükret; bak, Allah onları nasıl
    hapsetti, helak eyledi! Elleri eğri, ayakları eğri, gözleri eğri, bakışları eğri,
    savaşları eğri, öfkeleri eğri...
Onlar, geçmişleri taklit edip nakil ettikleri reylere uyduklarından bu akıl pirinin
    başına ayak bastılar. Birbirlerine görünmek ve duyulmak kaygısı ile hür ihtiyar olmadılar,
    kart eşek oldular. Allah cehennemlikleri göstermek üzere dünyaya cennetten kullar
    getirdi...”
Cehennemlikler, cennetlikler bir dükkanda otururlar. Aralarında bir perde vardır,
    birbirlerine karışmazlar. Nar ehliyle nur ehli, görünüşte karışıktır ama aralarında
    kaf dağı çekilmiştir. 
Bunlar, madende toprakla altının birbirine karışmasına benzerler. Toprakla altın
    karışıktır ama aralarında yüzlerce ova, yüzlerce konak var! Bu, bir dizide hakiki
    inci ile yalancı incinin bir gecelik konuk gibi misafir olmasına benzer. Denizin
    yarısı şeker gibi tatlı, lezzetli, rengi ay gibi parlak; Diğer yarısı, yılan zehri
    gibi acı,lezzetsiz, rengi de katran gibi kara.
Cennetlikle cehennemlik olanlar da deniz gibi alttan üstten, dalgalanıp dururlar.
    Dar ve küçük bir cisimden dalgaların birbiri ardınca zuhuru da canların barışta,
    savaşta birbirlerine karışmalarına benzer. Barış dalgaları kopar, gönüllerden kinleri
    giderir. Bunun aksine savaş dalgaları kopar, sevgileri altüst eder. Sevgi acıları
    tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir. Kahır
    ise, tatlıyı acılığa çekmektedir. Acı, tatlı ile bir arada bulunur, bağdaşır mı?
    Acı tatlı;bu gözle görünmez. Basiret ehli, onları, akıbet penceresinden görmeyi bilir.
    Akıbeti gören göz, doğuyu görebilir. Ahiri gören göz ise gururdan, körlükten ibarettir.
Nice tatlılar vardır ki şeker gibidir, fakat o şeker içinde zehir gizlidir. Aklı
    en üstün, anlayışı en keskin olan, kokudan anlar. Öbürüyse ancak dudağına, dişine
    değince fark eder. Şeytan “Yiyin” diye bağırır ama o adamın dudağı zehri, boğazına
    varmadan reddeder. Başka biri boğazına varınca anlar, bir başkası yer, bedenini berbat
    edince anlar. Zehir; diğer birisinde abdest bozarken yanış yapar; zaman, zaman ciğerini
    delen bir acı peyda eder.
Bir başkasında zehrin eseri; günler, aylar geçtikten sonra görünür. Diğer birisinde
    ise ölümden ve sur üfürüldükten sonra meydana çıkar. Eğer o kişiye mezarda mühlet
    verirlerse mutlaka mahşer günü azap ederler. 
Her otun, her şekerin zamanede bir oluş müddeti vardır. Lalin, güneşin tesiriyle
    renk, parlaklık ve letafet elde etmesi için yılların geçmesi gerektir. Alelade otlar,
    iki ay içinde yetişir. Fakat kırmızı gül, ancak bir yılda yetişir gül verir. Yüce
    ve Ulu Allah, bunun için eceli, yani her şeyin müddetini En’am suresinde anlatmıştır.
    Bunu duydun ya; her kılın kulak kesilsin...
Bu duyduğun abıhayattır, afiyet olsun! Bu söze söz deme, abıhayat de. Bu sözü, eski
    harfler teninde yepyeni bir ruh olarak gör. Arkadaş; başka bir nükte daha duy. Bu
    nükte can gibi hem apaçık, meydandadır, hem gayet ince ve gizli. Bir yer olur ki
    bu yılan zehri, Allahnın tasarruflarıyla gayet tatlı ve lezzetli bir hale gelir.
    Bir yerde zehirdir, bir yerde ilaç... Bir yerde küfürdü, bir yerde tam layık ve yerinde.
    Orada cana zarar verir ama burada derman kesilir. Su koruk içinde ekşidir; fakat
    üzüme gelince tatlılaşır, güzelleşir. Sonra küpün içine girince acır, haram olur...Sirke
    olunca ne güzel katıktır!
Veli, zehir yese bal olur, fakat talip yese aklı kararır zarara uğrar. Süleyman”Rabbi
    hebli” demiş, yani “”Benden başkasına bu saltanatı verme.” Yahut benden başkasına
    bu lütufta, bu ihsanda bulunma” diye niyaz etmiştir. Bu hasede benzer ama değildir.
La yenbağı nüktesini candan oku. Benden sonra bu saltanatı kimseye verme sırrını
    onun nekesliğinden bilme. Hatta o, saltanatta yüzlerce zarar ve tehlike gördü. Cihan
    saltanatı, kıldan kıla, baştanbaşa can kaygısından, baş korkusundan ibarettir. Baş
    korkusuyla can ve din korkusu... Bize bunun gibi bir imtihan daha olamaz. 
Süleyman himmetli birisi gerektir ki bu yüz binlerce renkten, kokudan vazgeçsin.
    Kuvvet ve kudretiyle beraber o saltanatın dalgası Süleyman’ın bile nefesini tıkıyordu.
    Bu keder yüzünden üstüne toz, toprak konunca bütün cihan padişahlarına acıdı da.
    Şefaat edip”Bana verdiğin bu saltanatı, kemal sahibi olanlara da ver. Bu saltanatı,
    kerem edip kime verir, kime bağışlarsan Süleyman odur, o da benim.
O benden sonra kimseye verme hükmüne dahil değildir; benimledir. Hatta benimle ne
    demek? O kişi, davasız, nizasız benim” dedi.
(Kelime: 1406) 

Yorumlar
Yorum Gönder