Descartes, Spinoza, Leibniz ve Pascal’da Gerçek Kavramı - Murat Çelen

Descartes ve Gerçek



Descartes, gerçeğe ulaşmada töz olarak bilinci, dolayısıyla aklı ve akıl yoluyla vardığı sonuçları kullanır. O’nun ”Düşünüyorum, öyleyse varım.” sözü, aklın ve bilincin, gerçeğe varmada uyguladığı yöntembilimin aforizmasıdır. Descartes, gerçeği arayıp bulma yolunda “mükemmel bir varlık olarak” Tanrı’yı ve “düşünen bir varlık olarak” da “ben” kavramını oluşturarak, “ikili töz paradigmasını” ortaya çıkarır.

Descartes, “Düşünüyorum, o halde varım.”, sözüyle bizlere, herhangi bir varlığın, doğrudan algılanabilmesinin yolunun, düşünme eylemini gerçekleştirerek mümkün olabileceğini açıklamış oluyor. Peki varlığı, söz konusu düşünme eylemini yapmaya götüren ana sebep nedir? Descartes’in bu soruya verdiği yanıt, söz konusu varlığın, kendisinin var olduğuna yönelik duyacağı şüphedir. Yani varlık, kendisinin var olduğuna yönelik olarak şüpheye düştüğü ve yine buna yönelik olarak düşünme eylemine geçtiği andan itibaren, “var olduğuna dair” bir bilinç seviyesine ulaşmış oluyor.

Bu noktada görüyoruz ki, Descartes’in kullandığı yöntem ile varlığın var olduğu gerçeğine ulaşması öncelikle, varlığın kendisinin var olduğunu kanıtlamak amacıyla geliştirdiği şüpheci yaklaşımı benimsemesinden ve benimsediği şüpheci yaklaşıma uygun olacak şekilde bir çözümleme yöntemi kullanmasından geçiyor. Dolayısıyla burada şüphe, “doğru bilgiye varmada, varlık tarafından kullanılan bir araç”, işlevinde bulunur. Burada Descartes’in uyguladığı şüphe yolu ise, varlığın, “önce kendinden, sonra Tanrı’dan ve çevresindeki insanlardan şüphe duyması”, şeklinde oluşur. Bu yöntem ile varlık, şüphe ede ede en sonunda, şüphe edemeyeceği noktaya kadar ulaşır ve böylelikle, “Düşünüyorum, o halde varım.”, sözünün pratik işlerliği gerçekleşmiş ve varlığı, “var olduğu” gerçeğine taşımış oluyor. Descartes’in, varlığın var olmada kullandığı ve yukarıda kısaca açıklamaya çalıştığımız yöntem ise felsefede, “Metodik Şüphe”, olarak adlandırılıyor.

Descartes, “Metodik Şüphe” yoluyla bulmaya çalıştığı, var oluşa dair kanıtlama işlemini ise, “duyularının kendisini aldatabileceğine” dair oluşturduğu şüpheci yaklaşımından yararlanarak sürdürür. Bu sürdürmeyi ise, açık ve seçik fikirler haricinde hiçbir fikri kabul etmeden, her sorunun çözümü için, o sorunu parçalara ayırarak, gözünden kaçırmış bir şey olup olmadığını sürekli kontrol ederek ve sonunda, düşüncelerini basitten karmaşığa doğru sıralayarak yapar. Descartes’in tüm bunları yaparken kullandığı temel aforizması ise, “'Ancak şüphe etmediğim bir şey var ki o da şüphe ettiğimdir.” şeklindedir. Yani Descartes için en doğru ya da geçerli kuram, bilgi, kavram ve çözüme ulaşmadaki tek gerçeklik, her varlıktan, nesneden, görüntüden ya da sözden duyduğu şüphedir.

Descartes’in, şüpheye bu denli büyük bir anlam yüklemesi ile beraber, varlığın var olduğuna dair, en iyi kanıtlayıcı pozisyonunda bulunan şüphe, varlığın ortaya çıkışını olduğu kadar, varlığın kendi döngüsü içindeki konumunu da hem sorgulamasına, hem sorgulama sonucunda elde ettiği bilgilerin geçerliliğine ulaşmasında bir araç görevini de üstlenmiş oluyor. Tıpkı Descartes’in şüpheyi, kendi varoluşunu ortaya çıkarmada bir araç sorumluluğu vermiş olması gibi.

Spinoza ve Gerçek



Spinoza ise, gerçeği araştırma ve bulma amacıyla kullandığı yöntembilim itibarıyla, hem Descartes’ten, hem de Leibniz’den ayrılır. Çünkü O, töz olarak “varlığın kendisinden başka ihtiyaç duymadığı yegâne şey” prensibini, temel ölçüt olarak kabul eder. Bu ölçüte uyan “töz” ise, Spinoza’ya göre Tanrı’dır. Fakat buradaki “Tanrı” kavramı ya da anlayışı, Ortaçağ Felsefesi zamanındaki kalıplaşmış ve klasikleşmiş şekilde değildir. Zira Spinoza’ya göre “Tanrı”, “doğa ile iç içe bulunan” ve “doğayı kapsayan bir niteliğe” sahiptir. Bu bakımdan, Spinoza’nın “tözü” konumundaki Tanrı, doğadan ayrı olarak düşünülemez ve aynı zamanda doğayı kapsar. Bu kapsamın sınırları sadece doğa ile de kalmaz. Spinoza’ya göre Tanrı, “evrendeki her şeydir” ve “sonsuz bir güce” sahiptir. Bu tanımlama ile Tanrı, “sonsuz töz” kapsamına girer. “Sonsuz töz”, ne bölünebilir ne de kendisinden başka, aynı özellikleri karşılayan bir benzeri vardır. Bunun yanında “sonsuz töz” yani Tanrı, “sonsuz olan bütün madde ve uzayın sonsuzluğuna da hükmeden” bir pozisyonda bulunur. Fakat buradan, Tanrı ve evrenin, birbirlerinden farklı, iki ayrı nesne olarak düşünülmemesi gerekir. Zira Spinoza’nın felsefe kuramına göre Tanrı ve evren aynıdır. Yani Tanrı evreni yaratmamıştır, evrenin ta kendisidir. Bütün var olanlar Tanrı’dadır. Tanrı olmaksızın, hiçbir varlık ya da fikir oluşum içine giremez. Bu konumu Tanrı’yı, Spinoza’nın felsefe anlayışının, başlangıç ve bitiş noktası yapar. Spinoza bu anlayışını, geometrik yöntemler kullanarak şekillendirmiştir. Spinoza felsefesinde töz ile tözün ana nitelikleri arasındaki ilgi, geometride uzayın boyutlarına olan ilgi ile benzerlikler gösterir.

Leibniz ve Gerçek



Leibniz tözü, "monad" (yüce varlık, parçası olmayan) ile karşılaştırmıştır. Leibniz’e göre monadlar, var olan temel nesnelerdir. Leibniz’in bu teorisi, yayınlandığı dönemin bilimsel koşulları içinde, “Doğa Felsefesi” alanında popülerleşen “Atomlar Teorisi” karşısında alternatif olmuştur. Fakat Leibniz’in “Monad Teorisi”, söz konusu teoriden farklı bazı özelliklere sahiptir.

Leibniz töz kavramını, “varlığın en temel parçası” olarak tanımlar. O’na göre, sonsuz sayıdaki monad, aynı zamanda “varlığı oluşturan” ana etkendir. Var olan her şey, basit ve bölünemez ilkel bir güç olan monadlardan meydana gelir. Ayrıca Leibniz, maddeyi de töz olarak görmez. Çünkü Leibniz’e göre tözün, basit ve bölünemez bir konumda bulunması ve nedensel olarak hiçbir şeye bağlı durumda olmaması gerekir. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki Leibniz, Descartes’in varlığı kanıtlamada ortaya attığı, maddeyi temel alan anlayışına karşı çıkar. Çünkü Leibniz’e göre varlığı kanıtlamada önemli olan, Descartes’in varlığı bulmada uyguladığı yöntemdeki gibi, “düşünerek var olduğu sonucuna varma” ve bu sonuç bağlamında “evrende herhangi bir şekilde yer kaplamak” değil, söz konusu olan yer kaplamanın temelinde yatan güç ilkesidir. Leibniz bu yönüyle, Spinoza’nın tözü bölünebilir olarak ele almasına da karşı çıkar. Çünkü Leibniz açısından töz, Spinoza’nın felsefe kuramındaki gibi, “tek tek var olan şeylerin bu sonsuz gücün parçaları” değil, “bölünmez bir şekille” karşımıza çıkar. Ki Leibniz’in “Monad Teorisi” de, bu haliyle ifade edilir.

Leibniz “Monad Teorisi”ni açıklarken, atom üzerinden örnek verir. Tıpkı atomların maddeyi bir araya getiren faktörler olması ile başlangıç ve bitiş noktalarının olmaması gibi, monadların da başlangıç ve bitiş noktaları bulunmaz. Fakat monadlar atomlar gibi, madde ya da herhangi bir cisimde yer kaplamazlar ve şekil ya da büyüklükleri bulunmaz. Buna karşın her monad, kendi algısı kapsamında evreni temsil eder. Leibniz’e göre bunu sağlayan monada ait ruhun yetkinliğidir. Öte yandan, yine Leibniz’e göre "en yüksek monad” ise Tanrı’dır. Bu özelliğiyle Tanrı, “evrende bulunan en yetkin varlık” olarak da tanımlanabilir. Leibniz’in tüm bunları açıklarken kullandığı sezgilerine ilham veren felsefe bilgini ise, Aristoteles’tir. Leibniz, tözün niteliği ile ilgili birtakım sorulara yanıt ararken, Aristoteles ve Aristoteles’in izinden giden düşünürlerin, konuya ilişkin bilgilerinden yararlanarak, kendi felsefe kuramını oluşturmaya çalışmıştır.

Pascal ve Gerçek



Pascal, gerçeğe ulaşmak amacıyla uyguladığı yöntemde daha çok, duygular aracılığıyla hareket etmiştir. Buna göre, aklın ya da beynin kavrayamadığı gerçekliği kişi, duygularının kendisine yol göstermesi yoluyla kavrayabilir. Pascal bu durumu “Kalbin kendine has nedenleri vardır ki, akıl hiçbir zaman anlayamaz.”, sözüyle açıklar. Bundan dolayı Pascal, gerçeğe ulaşmada kullandığı yöntembilim bakımından, Descartes’ten ayrılır. Çünkü Descartes, gerçeğe ulaşmada, akıl yoluyla pratiğe döktüğü şüphelenme eylemini gerçekleştirir. Yani, Pascal gibi, duygularını ön plana çıkarmak yerine, şüpheciliği deneyerek, Pascal’ın gerçeğe varmada kullandığı ve bir bakıma soyut ifadeler içeren çözümlemeler yerine, daha somut kavramlar üzerinden bir perspektif ortaya koyar. Dahası Descartes, şüphe yoluyla Tanrı’nın varlığı ve otoritesini sorgulayacak bir seviye belirlemişken Pascal, Tanrı’nın varlığı ve otoritesi konusunda, adeta “sarsılmaz bir inanç ve sadakat”, içindedir. Her iki filozofu daha yakından incelediğimizde, daha kapsamlı sonuçlar ile karşılaşmamız mümkündür.

Pascal ile Descartes arasında, gerçeğe ulaşmada kullanılan yöntemlerin içeriği incelendiğinde karşımıza, her iki filozofun da, birbirlerinden, keskin görüşler taşıyan analizleri nedeniyle, birbirinden tamamen farklı ve neredeyse karşıt düşünceler belirttikleri çıkar. Descartes, gerçeğe ulaşmada hemen hemen her nesne ya varlık ile cisimlerden dahi şüphelenirken, kullandığı yöntemler ve ulaştığı sonuçlar içerisinde duygusal hiçbir ifadeye yer vermez. Fakat Pascal, aklın da gerçeğe ulaşmak amacıyla kullanımının bir noktada” işe yaramayacağını” ve bu sebepten ötürü, kalbin içinden geçen duyguların kişinin gerçeğe varma sürecindeki en doğru ve geçerli yol olduğunu belirtir. Bu bağlamda diyebiliriz ki Descartes, gerçeği bulmada, duygularımıza asla güvenmememiz gerektiğini vurgular ve aklın yanına hiçbir şey koymaz. Ancak Pascal, gerçeği ararken aklın yanına duygu ve sezgiyi koyar. Burada Pascal’ın gerçeği arayışta kullandığı sezgi, “kalp gözü” olarak kavramlaşmış bulunan sezgidir. O’na göre gerçek, ancak kişinin kalp gözü kullanması sayesinde ulaşılabilir olur.

Pascal ve Descartes’in gerçeği arayıp bulma uğraşında farklı yöntemler bulunur ise de, her iki filozofun, aslında birer “matematik bilgini” olduğunu unutmamak gerekiyor. Yani her iki felsefe kuramcısının da, gerçeği arayıp bulmak maksadıyla ortaya koyduğu ve sonraki süreçte geliştirmeye çalıştığı yöntemlerin kaynağı matematiktir. Gerek Pascal, gerekse Descartes, gerçeği bulup ortaya çıkarmada matematik biliminin kuramlarından faydalanmışlar ve bu faydalanma sonucunda, bugün pek çoğumuzun bildiği ve artık kalıplaşmış bulunan ifade ve kuramların oluşumu gerçekleşmiştir.

Yorumlar