İmmanuel Wallenstein: Dünya Sistemleri Teorisi içerinde Arap Baharı ve Halkların Özgürlük Dalgası - Ömer Sait Yusufoğlu

 

İmmanuel Wallenstein Dünya sistemleri analizinde sistemik kriz söylemi; Bugün içerisin de bulunduğumuz sistemi Ülkeler üstü sistem olarak betimlemiştir. Her sistemin üçlü süreci vardır “var olur gelişir ve ölür”. 16.yy dan sonra sermaye birikimi ile kendini temellendiren kapitalizmin artık süreç olarak son zamana denk geldiğini söyler. Sistemik kriz olarak ortaya koyduğu kavram dönemsel kapitalist krizleri değil tamamen sistemi değiştiren bir kriz olarak anlamlandırmıştır. Dünya sistemleri eşit ve dengeli olduğu sürece kendini devam ettirir ama bu dengeci tutum sonun da eşitsizliğin ortaya çıkışıyla son bulur. Bizlerin de içerisin de yaşadığı Kapitalist sistem zaten temel olarak eşitsiz bir zemin üzerine kurulu tekelci bir anlayışın hegemonyası ile kendini devam ettiriyor. Bu da kaçınılmaz sonun zaten baştan var olduğunu gösteriyor.

İmmanuel Wallenstein dünya sistemik krizi olarak 1848 ve 1968 olarak ele alıyor. Öncelikle 19.yy oluşturduğu sınıfsal değişim ve dönüşüm, sanayinin yarattığı sosyolojik ve ekonomik etki sistemi çıkmaza sürüklemiştir. 1848 süreci 400 yıllık sermaye birikimi olan kapitalist sistemi ilk ciddi kriz olarak karşısına çıkıyor. Egemen sınıf elinde bulundurduğu güç ile bütün üretici sınıfını aşırı sert bir şekilde sömürüye tabi tutmaya başlamıştı. Sert çalışma koşulları, ekonomik yetersizlik, yaşam standartlarının düşüklüğü Avrupa’yı kasıp kavuracak olan 1848 devrimini doğurdu. Bunun sonucu olarak sınıfsal bilinç zemin kazanmış Paris Komünü ve Bolşevik devrimlerini doğurmuştur. Bunun devamlısı olaraktan 1968 devrimine evrilen süreç yaşanmıştır. 1968 devrimi ise modern dünya sistemi liberalizmi temelden sarsmıştır. 1968 sonrasında filizlenen anti-kapitalist muhalefet cinsiyet, ırk, kimlik ayrımlarına karşı mücadeleleri, çok-kültürlülüğü, azınlıkları temsil eden hareketler ile kendini gösterdi. Bunun yanın da neo-liberalizmin klasik liberalizme dönüşünün bir sonucu olan aşırı tekelci zihniyeti, sınıfsal makası genişletmiş.

Wallensteinl’nin modern dünya sistemi içerisin liberalizmin jeokültür hegemonyası artık sonu yaşıyor diyor.

Sebepler; Merkez, çevre, yarı çevre şeklinde kurulan sömürü sistemi artık dünya halkları tarafından fark edilmiş ve karşısında mücadele hatları oluşturulmaya başlanmıştır.

Merkez ülkeler erken sanayileşmiş ve sömürü sistemi sağlam kurmuş Avrupa ülkelerini kapsıyor. Bunun yanında daha geç kapitalistleşen pre-kapitalist ülkeler en sonun da ise sadece ham madde üretimi yapan gelişmemiş ülkeler yer alıyor. Sistem hiyerarşik şekilde artı ürünün merkez ülkelere gitmesini sağlıyor. Bu da gelişmiş merkez ülkelerin daha da gelişmesine yarı çevre ve çevre ülkelerin de git gide daha da fakirleşmesine sebep oluyordu. Merkez ülkeler diğer ülkeler üzerin de her türlü düzenlemeleri yapıyorlardı. Ekonomik ve siyasi olarak merkez ülkeler kendi içlerinde daha tekelci bir yol izliyor ama çevre ülkelerde serbest piyasa modelini dayatıyordu çünkü daha ucuza ham madde ve iş gücü elde etmek için. Siyasal anlam da ise çevre ülkelerin yönetimlerinde kendi pazar alanlarına sadık kalacak despot siyasetçileri başa getirtiyorlar. Buradan da gördüğümüz gibi eşitlik ve denge den uzak olan bu sistem gerçek anlam da ömrünü tamamlamıştır. Dünya ülkelerin de yansıması ise “Arap Baharı” örneği üzerinde Wallenstein perspektifinden değerlendireceğiz.

Arap Baharı; Wallerstein, dünya genelinde gözlemlenebilen sosyal/politik hareketlenmeleri ve Devrim dalgalarını 1968’de yaşanan ünlü devrimin devamı olarak görmektedir. Bu isyan ve devrim hareketlerini bir birinden bağımsız bir temelde değil sistemik krizin bir sonucu olan olaylar olarak ele alıyor. Çevre ülkelerde sömürü sonucu yaşanan hayat pahalılığı, işsizlik, gıda fiyatlarının artması, gelirin adaletsiz dağılması toplumsal olarak büyük sıkışmaya sebep oldu. 1968 devriminin de getirisi olarak ulus devlet anlayışı ve liberal ekonomi modelinin kültürel alt yapısı olan muhafazakârlığa karşı oluşan mücadele tabanı da eklendi. Cinsiyet, ırk, kimlik, çok-kültürlülüğü, azınlıkları temsil eden hareketler de artık sisteme karşı büyük mücadele alanları oluşturdu.

Arap baharı başta Tunus olmak üzeri Cezayir, Lübnan, Ürdün, Moritanya, Sudan, Umman, Yemen, Suudi Arabistan, Mısır, Suriye, Cibuti, Fas, Irak, Bahreyn, İran, Libya, Kuveyt, Batı Sahra bölgelerine kadar uzanan sosyo-ekonomik sömürüye karşı bir başkaldırı dalgası geldi.

Tunus da Üniversite mezunu olan Muhammed Buazizi işsizlik sebebiyle okuduğu mesleği icra edemediği için, seyyar satıcılık yaptığı sırada engellenmesi üzerine kendini yakması olayların fitilini ateşlemiştir peşine dünyayı sarsan olayların zeminini sistemik krizle açıklamak gerekirse;

Olayların bir an da birçok ülkede baş göstermesi tabii ki tesadüfî değildi. Merkez Ülkerlerin tarihsel rolleri artık kabul edilemez bir duruma geldi. Çevre ülkelerin sosyal ve ekonomik olarak sömürülmesi bu ülkelere açlık, sefalet, kan ve yok oluş getirmişti. Yalnız artık geri kalmışlığın aşıldığı genç nüfusun küresel dünya içerin de ki eğitim düzeyleri bir şeyleri sorgulama ve yanlış olanlara karşı direnme mecburiyeti getirdi. Arap Bahar’ının öncüleri kendi geri kalmış ülkelerinin gençleriydi. Diktatörler tarafından yönetilmek Avrupa merkez ülkeleri tarafından sömürülmek istemiyorlardı. Bunun yanında 1968 hareketi sonrası eklemlenen kimlik, cinsiyet ve azınlık mücadeleleri kaçınılmaz değişikliklerle getirdi. Çevre ülkeler ne kadar da merkez ülkeler tarafında sömürülse de bu çevre ülkelere kendi içlerinde ki birçok bölgeleri ve toplumları sömürüyordu. Buradan da anlaşılacağı gibi sadece sömürülen devletlerin vatandaşları değil devleti olmayan ama sömürülen halklarında artık bir direniş ve özgürleşme çağı baş göstermişti ki bunun en iyi örneklerinden birisi de İmmanuel Wallenstein’de yakıdan takip ettiği Irak ve Suriye de Kürt halkının siyasi kazanımlarıdır.

Arap Baharı; Eğitimin gelişmesi ile birlikte sınıfsal bilincin de gelişmesi Ortadoğu da oligarşik yapılara ve merkez ülkelerin sömürülerine karşı bir isyanı başlattı. Avrupa ülkeleri bu başkaldırıyı başta diktatör yönetimlere karşı olduğunu yansıtsa da bugün içerisin de bulunduğumuz süreç artık tamamen sınıfsal bir başkaldırının sonucu olduğunu ortaya koyuyor. Merkez ülkeler kavramını ne kadar genel bir anlam da kullanıyor olsak da aslın da burjuvazinin ana hattını oluşturduğu bir yapıdan bahsediyoruz.

2010’da Tunus da başlayan Arap baharı sebeplerinin aynıları daha sonra Brezilya, Türkiye, Arjantin, Fransa ve Şili de baş gösterdi ve göstermeye devam ediyor. Merkez ülkelerin tekelci zihniyeti ve sömürülenin sömürdüğü düzen artık sistemik krizin son aşamada olduğunu gösteriyor.

Ulus devlet anlayışının getirdiği homojen toplum yaratma ve sömürme anlayışı artık ne halklar nede bireylerin özgürlük tutkusu karşısında direnemeyecektir. 21.yy artık halkların sömürü çarklarını parçalayacağı bir yüz yıl olacaktır.

İmmanuel Wallenstein’nin kast ettiği eşit ve dengeci sisteme 1968’in devamcıları öncülük edecek ve insanlığın kurtuluşu sağlanacak.

Yorumlar