Çok zor süreçlerden geçiyoruz şu günlerde. Her an, her saniye yeni bir felaketin oluşumunun, ya haberini alıyoruz ya da bir şekilde tanıklık ediyoruz felakete. Tüm bunlardan daha kötüsü de, söz konusu felaketlere, zaman içinde yavaş yavaş alışıyor olmamız.
30 Ekim Cuma günü, İzmir’de merkez üssü Seferihisar olarak belirlenen bir deprem yaşandı. Haberi duyar duymaz, hepimiz önce “Ne oldu?” sorusunu sorduk, ardından deprem bölgesinden gelen haberlerle kahrolduk. Ancak daha kötü ve ne yazık ki her deprem sonrası karşımıza çıkan çok acı ve bir o kadar da vahim tablonun hem acısını hem öfkesini taşıdık beynimiz ve yüreğimizde. Deprem öncesi süreç içinde, alanı geniş ya da dar kapsamlı pek çok ihmalin, göz göre göre gerçekleşmiş olması birçoğumuzu öfkeye boğdu. Çünkü ülkemizde yaşanılan her felaketin ardından, felaketten daha fazla ihmaller konuşulur durumdaydı ve bu her dönem böyle oluyordu. Üstelik her ihmalin ardından yaşanan can kayıpları da, ihmallere olan öfkemizi arttırıyordu. Fakat sonrasında unutuyorduk olanları. Çünkü “alışmıştık bir kere” acıya, gözyaşına ve bunların sorumlusu olan ihmallere.
Son olarak İzmir Depremi’nde de böyle oldu ve biz “alıştık”. Müteahhit malzemeden çalmıştı ve bürokrasi ile arasında kurduğu bağın sayesinde dikivermişti binayı. Halkın durumdan ister haberi olsun, ister olmasın, yaşamı boyunca hayalini kurduğu “güzel bir ev sahibi olmayı” gerçekleştirmek için, elindekini avcundakini vermişti müteahhitlere. Ardından ise tüm hayalleri, yapılan yanlışların ve ihmallerin “enkazında” kalıvermişti. Bu yıllardır böyleydi ve ne yazık ki, deprem konusunda tepeden tırnağa tüm yetkililerin önlem alıp, halka gerekli uyarıyı yapmaması halinde yine aynı şekilde sonuçlanacaktı. Bu durum, “makûs talihimizdi.”
Bir de her deprem sonrası ortaya çıkan uzmanlarımız vardı bizim. Depreme neden olan fay hattının nereden ve ne şekilde geçtiğini, bu geçişin gelecekte nasıl bir tehlike yaratacağını çok güzel tarif eden uzmanlarımız. Öyle bilgi dolu ve öylesine güzel üsluplu konuşuyorlardı ki, gördüğümüz ya da duyup okuduğumuz anda dikkat kesiliyorduk belirttiklerine. Ama yeterince dinleyip anlamamış olmalıydık ki, “uzmanlarımız” her deprem sonrasında bir şekilde karşımızda durur oluyordu. İlgileri yoğundu bizlere.
Basınımız ve medyamız da çok ilgiliydi deprem konusunda. Deprem olduğu anda, tüm kameralar deprem bölgesinde, kayıtta ve tüm dünyaya depremi haber verir haldeydi. Enkaz çalışmaları, yetkililerin deprem bölgesinde yaptığı “incelemeler”, güzide ünlülerimiz ve henüz ünsüzlerimiz, depremin yol açtığı felaketin farkında olarak hareket edilmiş bir görüntü çiziyordu. Ama sonrası? Sonrasında acılar, gözyaşları ve bozuk bir ruh haliyle baş başa kalmıştık.
Yaşadığımız onca depreme rağmen, depremi “kader” olarak görecek ve “kaderin değişmezliği” nedeniyle “kılını dahi kıpırdatmayacak” bir yapımız da var, ne yazık ki. Bunun sebebi, yüzyıllar boyunca üzerimizdeki ölü toprağını, her defasında daha da katmerli hale getiren yanlış inançlar ve gelenekler mi sadece? Eğer söz konusu durum inançlar ve gelenekler ile alakalı bir neden arz ediyorsa, deprem felaketinin günlük yaşamın bir parçası haline geldiği pek çok ülke halkı (en bilineni Japonya) inanç ve inançtan kaynaklı geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olmasının yanında, neden çevrelerinde ya da kendi coğrafyaları üzerinde meydana gelen felaketleri, asla “kaderci” anlayış ile yorumlamaz? Sorunun cevabı çok basittir aslında. Bahsi geçen ülkelerde deprem ve depremin sebep olduğu felaketler bilimin, doğal afetlerin yol açtığı yıkımlar konusunda, zararları en az seviyeye indireceğini çok iyi bilindiği için, bilimsel çalışmalar yolunda deprem vb. afetlerin zararlarını, oldukça hafif kayıplarla atlatmaktadırlar. Dahası, devlet eliyle gerek yapılar, gerekse yapı denetimi gerçek anlamıyla yapıldığı için, depremin sonuçları, depremi yaşayan halkın, depremden minimum şekilde etkileneceği şekildedir. İşte bu nedenledir ki, her ülkenin yetkililerinin ve ülkeler halklarının depremi, “kader” ya da dinsel inançlar çerçevesinde yorumlaması, depremin öncesinde ya da sonrasında, pozitif hiçbir sonucun elde edilemeyeceğini bizlere gösteriyor.
Deprem sigortası, yapı denetiminin gerçek anlamıyla yapılması, halkın deprem konusunda, her türlü batıl ve yobazca düşünceden arındırılarak bilinçli hale getirilmesi gibi uygulamalar hayata geçirildiği ve yaşamın değişmez bir parçası haline geldiği takdirde, depremin sebep olduğu acıların ya da yıkımların etkisinin, en aza indirileceği ortadadır. Bunun yanında deprem, herhangi bir iktidar, parti vs. bağlamında ele alınmamalıdır. Çünkü iktidarlar ve siyasi partiler, ancak ülke yönetiminde söz sahibi oldukları dönem için sorumluluk taşırlar. Ve bu dönemlerinde, yaptıkları bütün icraatların hesabını, halka vermek durumundadırlar. Fakat ülkemizin sicili, ne yazık ki bu konuda pek de iyi değildir. Yazının başında da belirttiğimiz gibi, toplum olarak “unutkanlığımız” hat safhadadır ve bundan kaynaklı olarak bürokrasinin, hatasını görüp, hatadan dönmek gibi bir hali ortaya çıkamamaktadır.
Sözün özü; aktif fay hattı üzerinde bulunan bir ülke olarak, en başta yöneticilere ve topluma olmak üzere, deprem konusunda, büyük sorumluluklar düşüyor. Söz konusu sorumlulukları yerine getirmek için ise, hiç vaktimiz yok. Elimizi ne kadar çabuk tutarsak, olası bir felaketi de o derece az kayıpla atlatabileceğimiz ortada.
Yazımı burada bitirirken, 30 Ekim 2020 İzmir Depremi başta olmak üzere, tarih boyunca doğal afetlerin ve ihmallerin kurbanı olmuş tüm insanlarımızı anıyor ve kentlerin, her türlü ranttan ve talandan korunup, halkın en iyi şekilde faydalanabileceği birer ortama dönüşmesini diliyorum
Yorumlar
Yorum Gönder