MANİFESTO - MURAT ÇELEN

Eski şarkılar, eski filmler derken biz treni kaçırdık".

Bu sözler, bir huzurevinde yapılan çekimlerde emekli bir öğretmenin ağzından dökülüyordu. Onu, yıllar önce bir TV kanalında yayınlanan Ramazan Bayramı programında görmüştüm. İsmi aklımda kalmadı ama görüntüsünü çok net bir şekilde hatırlıyorum. Saçları bembeyaz ve gözlerindeki hüznü bizlere biraz olsun gösteren gözlüğüyle izleyenlerin üzerinde derin bir etki bırakıyordu. Ama söz konusu programın hemen ardından yine aynı TV kanalında yayınlanan haberde ise ülkenin psikolojik olarak düştüğü bataklığa ve kültürel-ahlaki yozlaşmaya dair görüntüler yer alıyordu. İşte o anlarda az önce yayınlanan o emekli öğretmenin huzurevinde verdiği röportajda, niçin röportajı yapan muhabire hüzünle baktığını anlamak mümkün oluyordu.

Yaşlı insanlara atfedilen "Eskiler" sıfatını niçin kullanıyorduk? Dahası "Yeni" olarak isimlendirilen bizler, içinde bulunduğunuz topluma ve çevreye "eskiyi" geride bırakacak nitelikte "yeni" olarak ne verebilmiştik?

Peki ya yine içinde bulunduğumuz toplumun ve çevrenin neresindeydik? Söz konusu çevre ve topluma dair ne biliyorduk ve eğer bir şeyler biliyorsak, bildiklerimiz ve gördüklerimiz karşısında nasıl bir tavır takınıyorduk?

Aslında tavır falan takındığımız yoktu. Bu ülkede, halkı yönetenler aracılığıyla gerçekleştirilen her eylem, halka rağmen olarak meydana getirilen olaylar dizini olarak ülke tarihini doldurmuş durumdadır. Hem de o kadar fazla yer kaplar durumdadır ki, artık mızrak çuvala sığmıyor. Zaten, yönetici sınıfın da, “mızrağı çuvala sığdırmak” gibi bir derdi yok. En azından son 18 yılımız, buna tanıklık eder niteliktedir. Yaşarsak, bir 18 yılımız daha tanıklık eder. İçinizden bana sövenler mutlaka olacaktır. Olsun, biz sövmeyi de severiz, sevmeyi de severiz. Özellikle son 40 yıldır, din-iman diyenleri pek bir sevdiğimizden olacak, etrafımızda, dini bütün, mümin müteşebbisler türemeye başladılar. Gıda, giyim, kozmetik, inşaat, basın ve olmazsa olmaz politika alanlarında, dindarlara doyduk. Doymayanlarımız vardır belki. Onlar da merak etmesin, pek yakında doyacağız Elhamdülillah. Yok, eğer yine doyuma ulaşılmazsa, bu sefer, otobüste, yeraltı treninde, minibüste, apartmanda “kısa giyinen kadınlara ahlak dersi vermek üzere programlanmış” bir diğer “kardeşlerimiz” eliyle doyarız diye düşünüyorum. Çünkü söz konusu “kardeşlerimiz”, her konuda fazlasıyla hassas bir yapıya sahipler. Her biri, adeta “Duyar Abidesi” konumunda. Fakat, Türkiye Toplumu konusunda, bilim insanlarınca ortaya konan veriler tam tersini söylüyor.

Türkiye'nin toplumsal konularına yönelik olarak son zamanlarda yapılan araştırmalar sonucunda ortaya çıkan tablo bizlere gösteriyor ki, toplumsal duyarlılık konusunda ne yazık ki, birey ve toplum olarak "sınıfta kalmışız". Üstelik bilerek ve isteyerek yapmışız bunu.

Günlük çıkarlarımız uğruna feda ettiğimiz öylesine güzelliklerimiz var ki. Yine aynı çıkarları korumak ve yaşatmak amacıyla yaşar hale gelmişiz. Bu nedenle de, gelecek kuşaklara onurlu ve gururlu bir hayat bırakmak için çaba sarf edenlerimiz olmuş ama,biz onları "öteki" olarak gördüğümüz için, o insanlardan ya uzak durmuşuz ya da o insanların onurlu ve gururlu olduklarından dolayı yaşadıkları sefaleti "ibret verici" diye yorumlamış ve "her koyun kendi bacağından asılır" diyerek, aslında eli kanlı bir kasaba dönmüşüz. Üzerimizde namuslu ve dürüst insanların kanıyla beraber...

Tabi bu durumlarda bir de suçlu bulmamız gerektiğinden, genellikle ya gençleri ya da çevreyi "günah keçisi" ilan etmişiz. Ne ülkeyi "Küçük Amerika" yapmaya çalışanları, ne "Benim memurum işini bilir" diyenleri bir türlü görememişiz.

Bazen günah çıkarmak zorunda kalmışız. Bundan dolayı, her Cuma camiye akın etmişiz, Kurban Bayramı'nda etrafı kan gölü haline çevirmişiz. Gerçek anlamda kasaplığa soyunmuşuz fakat onu da beceremez hale gelmişiz.

Kimimiz Hacca gitmiş, geldiğinde "hacılık", ticaret sahasında kullanılan yeni bir kartvizit olmuş. Yeri gelmiş çok büyük masaların arkasında yer bulmuşuz kendimize, ancak, insanlık geldiği aşamada, değil yer, kendimize ait bir iz bile bulamamışız.

Kitap okumak, hele hele düşünmek bizim çok uzağında bulunduğumuz haller olmuş. Böylece insanı, diğer canlılardan ayırt eden en önemli özelliği de elinizin tersiyle çok uzaklara itmişiz.

Sonuç olarak, şapkamız düşmüş, başımızdaki kel ortaya çıkmış olmasına rağmen, başımıza sürecek ilacı da kendi elimizle çöpe atmışız. Dileriz bir an önce çöpü karıştırıp, ilacı buluruz. Bulamaz isek de, üzülmeye gerek yok. Çünkü tıpkı başımızdaki keli kapatacak türden tedavi yöntemlerinin geliştiği gibi, “toplumsal kelliğimizi” de örtecek türden iktidarımız ve muhalefet partilerimiz mevcut olup, diledikleri gibi, kellik kapatma girişiminde bulunabilirler. Bize de, seçimden seçime oy vermek düşer. Ne diyelim? Buna da şükür.

Yorumlar