İnsan ve Pazar


Bir pazarın içinde yürdüğünüzü düşünün, etrafta yüzlerce çeşit meyve var ve bunların başında bekleyen onlarca satıcı. Gözlerinizin görebildiği en iyi, en taze ve ışıl ışıl parlayanından tutun da ezilmiş, büzüşmüş, tadı kaçmış onlarca meyve sıralı olarak duruyor. Aralarından geçiyorsunuz, her satıcı en iyi olan ürünlerini koyuyor tezgahın önüne; kötülerini iyilerin ardında tutarak hatta bazen tezgaha koymaya bile gerek duymadan bir köşede saklayarak.. Bazı meyveler ışıltısıyla göz kamaştırırken tadı yok. Bazıları pazarın başından duyulan mis kokularına rağmen eciş bücüş, biçimsiz. Bazıları hem lezzetli hemde görüntüsü büyüleyici. Bazılarının ne tadı var ne gözde bıraktığı bir albenisi.. Bütün pazarcılar birbirleriyle yarışır gibi kendi ürünlerini pazarlamanın peşinde. Kimi bağıra çağıra tüm ilgiyi tezgahında topluyor, kimi ise tezgaha koyduklarının verdiği özgüvenle sessiz sedasız bir köşede öylece bekliyor alıcısını. Biliyor ki o bağırmasa da birileri tezgahtakilerin büyüsüne kapılıp gelecek. Yormuyor bu yüzden kendisini. Az ilerideki bir başka satıcı ise her alışverişte üç beş ezik çürük atıyor poşetin içine. Onlarca iyi ürünün içinde birkaç kötünün bulunmasında bir mahsur görmeyerek.. Birileri kendi tezgahındakilerle yetinmeyip en yakınındakine uzanıyor, onun ekmeğini baltalıyor, alıcıyı kendi tezgahına çekiyor büyük bir pişkinlikle. Görünürde herkes kendi ekmeğinin peşinde oysa. Pazar anlayışı bunu gerektiriyor işte. Herkese sınırsız özgürlük, sınırlı ahlak bıraktırıyor. 

Pazarın sonunda bir satıcı bulunuyor. Tezgahı bomboş.. İyi ürün bulamamış, kötüsünü tezgaha koymaya layık görememiş bir satıcı. Yalnızca bir tane elması var. Onu da ellerinin arasında sımsıkı tutuyor. Eğer tezgaha koyarsa ehli olmayan biri gelir alır da sonra bir köşede unutur diye. Belki birisi yanlışlıkla çarpar o elma tezgahtan yuvarlanıp düşer; yara bere alır tüm güzelliği bozulur diye. Ya da güneşin, yağmurun, rüzgarın, soğuğun, sıcağın.. sayılamayacak bir çok dış unsurun etkisiyle zarar görür, içi sağlam kalsa bile dışı büzüşür, suyu çekilir, tadı kaçar diye..
Onlarca alıcı bu satıcının yanından geçerken ona bakıyor, kimi acıyor, kimi komik buluyor, kimi üzülüyor, kimileri bir anlam veremiyor.. Ama satıcının bir bildiği var; satıcı şehrin en iyi elmasını ellerinin arasında tuttuğunun farkında. Bilmediği tek şey koca kalabalıklar arasında elmasına kıymet biçecek kişinin içlerinden hangisi olduğu. Bilse koşup ulaştıracak ona. Düşse de, kalabalıkta itilip kakılsa da, her ne engel varsa onu yenecek. Ulaşacak o kişiye. Bazen birileri geçiyor boş tezgahın yanından. Kimi neden boş olduğuna bakıp, anlamsız bularak geçip gidiyor. Kimi bu boş tezgahın ardında bir şey olmalı, muhakkak saklı tutulan bir şeyler vardır diye tezgahın orasını burasını araştırıyor, eğilip altına bakıyor, sağına soluna göz gezdiriyor. Boş görünce beklediğini bulamamanın hayal kırıklığıyla çekip gidiyor. Kimi, satıcının elindeki elmanın kıymetini fark edip onun ulaşılmazlığıyla uzaktan izlemekle yetinirken, kimi ise satıcının boş anını kolluyor. Nasılsa yorulacak, taşıyamayacağı zamanlar olacak ve bir kenara bıraktığı an kendisi sinsice beklediği yerden atılıp elmayı aldığı gibi koşarak uzaklaşacak ordan.

Kimi güzel cümleleriyle etkilemeye çalışıyor satıcıyı; karşılığında hiçbir bedel ödemeden o muazzam elmayı satıcıdan almaya çalışarak. Kimi ise zorla elinden çekip almaya çalışıyor. Satıcı onun doğru kişi olmadığını anlıyor ama elmaya çoktan uzanmış vaziyette görüyor o elleri. Satıcı elmayı kaybetme ihtimalinin, alıcı ise ona tamamen ulaşabilmenin rekabetiyle sözsüz bir savaşa giriyorlar. İkisi arasındaki bu savaş elmanın üzerinde çiziklere, eziklere, yaralara sebep oluyor. Ve nihayet satıcı galip geliyor, fakat elma artık o eski ışıltısını, güzelliğini kaybetmiştir. Satıcı elinde parçalanmış elmayla sessizce çöküp oturuyor tezgahının arkasına. Bazen ağlıyor, bazen düşünüyor, bazen girdiği bu savaştan hasarlı da olsa elmayla çıkmanın verdiği galibiyet mutluluğunu yaşıyor. Bazen kızıyor, küfrediyor o alıcıya. Sonra bazen iç çekiyor. Kim böyle bir elmayı almak ister ki diyor. Hem ilgi çekecek bir tezgahı da yok. Kenara köşeye sakladığı, düşük gelirli de olsa bir alıcısının illa ki çıkacağı yarı büzüşmüş meyveleri de yok. Sadece avucundaki elma. İlk anki tadında; fakat yara almış bir elma. Başını çevirip olduğu yerden o koca kalabalığa bakıyor satıcı. Beklediği alıcı gelecek. Her ne olursa olsun gelecek. Belki geç, belki tam zamanında.. Mutlaka gelecek. Fakat gün akşama yaklaşıyor; satıcının gözü, bir saatin hızla ilerleyen kadranında bir avucunun içinde sıkıca tuttuğu elmada. Zaman ilerledikçe elmanın yara alan kısımları renk değiştirmeye başlıyor. En başta sulanıyor, sonra kuruyor, sonra kenarları içe doğru çökmeye başlıyor. Yara almadığını düşündüğü kısımlarda ise içerden ezilmeler, kahve tonunda lekelenmeler oluşmaya başlamış bile çoktan. Satıcı bu kez tedirgin. Gelecek kişiye bu elmayı layık göremeyeceğini düşünüyor bir an. Bir başka an, hayır! diyor; her şeye, tüm çiziklere, darbelere rağmen ben bu elmayı ona vereceğim. Peki ya olur da yetişemezse.? Ya geldiğinde elma artık yenilemeyecek durumda olursa ve benim ona sunacak hiçbir şeyim olmadığı için eli boş, çaresiz dönerse gerisin geriye.. 
Büyük bir sabırla, mücadeleyle, umutla, inançla beklediği o alıcı geldiğinde, ya gelmesinin bir anlamı kalmazsa...

Pazar hayattır dostlar. Satıcı: insan. Tezgah: kişiliktir. Meyveler ise kişiliği öne çıkaran duygulardır. Tezgahın üstüne de konulsa, altına da saklansa kişiliği onlar yansıtır. Gelelim satıcının elindeki o bir tek elmaya. Elma; yürektir, dostlar. İster tezgahı dolu tutun ister boş ama o elmayı taşımak zorundasınız. Ona iyi bakmak, emek vermek ve onu korumak zorundasınız. Çünkü elma da giderse, ne tezgahın kıymeti kalır ne satıcının ne de pazarın.. 

Yorumlar