Bir zamanlar küçük bir köyde yaşayan Ali adında meraklı bir çocuk varmış. Ali geceleri uyumadan önce her zaman köyün meydanındaki eski feneri seyredermiş. Bu fener çok eskiymiş, kim tarafından yapıldığı bilinmezmiş ama geceleri yanınca köyün en karanlık sokaklarını bile aydınlatırmış. Köylüler, “Bu fener hiç sönmez, kendi kendine yanar.” derlermiş.
Bir gece, Ali yatağında uyuyamıyormuş. Pencereden dışarı bakarken fenerin ışığının titrediğini görmüş. Sanki ona göz kırpıyormuş gibi… Merak edip gizlice dışarı çıkmış. Meydana vardığında fenerin içinden incecik bir ses duymuş:
— “Merhaba Ali.”
Ali irkilmiş, etrafına bakmış ama kimse yokmuş. Fenerin yanına yaklaşınca ses tekrar duyulmuş:
— “Korkma. Ben konuşan fenerim. Yıllardır bu köyü aydınlatıyorum ama artık ışığım zayıflıyor. Bana yardım eder misin?”
Ali heyecanla, ama biraz da korkarak sormuş:
— “Nasıl yardım edebilirim?”
Fener yavaş bir sesle anlatmış:
— “Işığımın tekrar parlaması için üç şeye ihtiyacım var: Ormanın derinliklerinden bir ay çiçeği yaprağı, dere kenarında saklı gümüş renkli taş ve gökyüzünden düşen bir damla çiy. Bunları bana getirirsen, ışığım sonsuza kadar sürecek.”
Ali hemen kabul etmiş. Sabah olduğunda annesinden izin almış, torbasını alıp ormana gitmiş.
Ormanın kapısında küçük, yaşlı bir kaplumbağa görmüş. Kaplumbağa ona bakıp yavaşça demiş:
— “Çocuk, ormana her giren yolunu bulamaz. Kalbin temizse ağaçlar sana yol gösterir.”
Ali başını sallamış ve ilerlemiş. Bir süre yürüdükten sonra parlayan beyaz bir ay çiçeği görmüş. Ama çiçeği koruyan gri tüylü bir tavşan varmış. Tavşan ona,
— “Bu çiçeği koparamazsın. Çünkü o yalnızca temiz kalpli kişilere yol verir.” demiş.
Ali düşündükten sonra çiçeğe zarar vermemiş. Yalnızca yapraklarından birini nazikçe istemiş. O anda tavşan gülümsemiş ve çiçek yapraklarından biri kendi kendine Ali’nin avucuna düşmüş.
Yoluna devam eden Ali bir dere kenarına varmış. Suyun içinde ışıldayan gümüş renkli bir taş görmüş. Ama taş çok derindeymiş. Ali suya girmek istemiş, tam adım atacakken parlak pulları olan bir balık suyun üstüne çıkmış:
— “Ben sana yardım ederim.” demiş. Balık kuyruğuyla suyu çırpınca taş yüzeye çıkmış. Ali taşı alıp balığa teşekkür etmiş.
İki şey tamamlanmıştı ama üçüncüsü çok zordu: Gökyüzünden düşen bir damla çiy. Ali başını kaldırıp gökyüzüne bakmış, ama güneş çoktan doğmuştu. Üzgün bir şekilde yürürken birden gölgelerin arasından siyah bir karga çıkmış. Karga gagasını şaklatarak demiş:
— “Çiy damlasını istiyorsan bana torbandaki taşı ver.”

— “Hayır, ben bu görevi bitirmeliyim. Taşımı sana vermem.” demiş.
Karga öfkeyle uçmuş gitmiş. Ali yoluna devam etmiş. Tam ümidini kaybetmek üzereyken gökyüzünde bir martı belirmiş. Martı gagasında ışıl ışıl parlayan bir damla taşıyormuş.
— “Sen cesur oldun, vazgeçmedin.” demiş martı. “İşte sana gökyüzünün hediyesi.”
Ali çok sevinmiş. Üç şeyi de tamamladıktan sonra akşam olunca köyün meydanına dönmüş. Fenerin içine ay çiçeği yaprağını, gümüş taşı ve çiy damlasını bırakmış. Birden fenerin ışığı parlamış, gökyüzünü bile aydınlatmış.
Fener sevinçle konuşmuş:
— “Artık ışığım eskisinden daha güçlü yanacak. Senin iyiliğin ve cesaretin bana güç verdi.”
O günden sonra Ali ne zaman meydana çıksa fener ona hafifçe göz kırparmış. Köylüler fenerin ışığının neden parladığını hiç bilmemiş. Ama Ali biliyormuş: Işık, en çok cesur ve iyi kalplerde saklıymış.
Yorumlar
Yorum Gönder